Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Özgür Özel
Olmayacak şey oldu. İki düşman partinin başkanları, AKP Başkanı Recep Tayyip Erdoğan -ki aynı zamanda Cumhurbaşkanı'dır, CHP Başkanı Özgür Özel birbirlerini ziyaret ettiler, görüştüler, el sıkıştılar. İnsanlar nefeslerini tutarak bu ziyaretleri izlediler. Kamuoyu bakımından ziyaretler, ilk Türk astronotunun uzaya gitmesinden daha ilgi çekici bir olaydı. Türkiye'deki siyasetin alışılmış, geleneksel çizgisiyle hiç bağdaşmıyordu. İnsanlar televizyon ekranına yapışarak bu buluşmaları heyecan dolu yeni bir TV dizisi izler gibi izledi. Lideri taşıyan otomobilin yola çıkışını, öbür partinin girişinde duruşunu (aslında iki parti genel merkezi arasındaki mesafe yürüyüş mesafesi ama koca liderler yürüyerek gelecek değil ya), otomobilden liderin inişini (bu gibi sahneler dizilerde aşağıdan yukarı gösterilir. Kapı açılır, bir çift siyah ayakkabı yere basar, sonra inen kişinin gövdesi ve yüzü gösterilir. Daha heyecanlı olur.), el sıkışmalarını, asansöre yürüyüşlerini, içeride kim nereye oturdu, ne içtiler, ne armağanlar verildi. En ufak bir ayrıntı kaçırılmadan izlendi. Her şey, her hareket, her obje gizli bir anlam taşıyordu. Odada oturacak iki iskemle varsa başka bir anlam, üç iskemle varsa başka bir anlam taşıyordu. Koca koca insanlar ekranlarda bu gizli anlamları bulmaya çalıştılar. Bu ayrıntılar bazen içerikten de önemli oluyor. İçerik aşağı yukarı biliniyor. Herkesin bildiği bir liste var. Bir taraf bu listedeki maddeleri sırayla söylüyor, karşı taraf bir karşılık veriyor ya da vermiyor.
Bütün bunlardan ziyaretleri önemsemediğim sonucu çıkmasın. Tam tersine çok önemli olduğunu düşünüyorum. İki tarafın da bu diyalog ile amaçladıkları ne olursa olsun, doğurduğu sonuçlar bakımından önem taşıyor. Biliyoruz ki, bu buluşmalar belirli bir konjonktürün sonucu. 31 Mart seçimlerinden CHP birinci parti çıkmasaydı, bu buluşmalar gündeme bile gelmezdi. 31 Mart seçimleri ana muhalefet partisinin iktidar partilerinden daha büyük bir desteğe sahip olduğunu gösterdi. Gerçi 31 Mart seçimleri yerel seçimlerdi. Ama sonuçlarının ülke siyasetini etkilemesi kaçınılmazdı. Muhalefetin iktidardan daha büyük bir halk desteğine sahip olması gerçeği karşısında iktidarın yapacak iki şeyi vardı. Birincisi, Macron'un yaptığı gibi seçime gitmek, halk iradesini yenilemekti. Avrupa Parlamentosu seçimleri de Türkiye'deki yerel seçimler gibi, Fransız Parlamentosu'ndaki çoğunluğu etkilemiyordu. Ancak Avrupa Parlamentosu seçimleri, Fransa'da halk iradesinin sağa kaydığını ve bu iradenin parlamentoya yansımadığını gösterdi. Bunun üzerine Macron, seçime gitmeye karar verdi. Demokratik bir yönetimde yapılması gereken buydu.
Bu yapılmıyorsa, daha az demokratik olmakla birlikte başka bir seçenek, çoğunluğun desteğine sahip muhalefet partisini tanımak, bir diyalog kurmak, olanak bulunursa, işbirliğine gitmekti. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik kriz de göz önünde bulundurulursa, böyle bir böyle bir işbirliği görüntüsü vermek, iktidarın politikalarının muhalefet tarafından da desteklendiği izlenimini yaratmak, yoksullaşan kitlelerin öfkesini muhalefeti de kapsayacak biçimde yaygınlaştırmak bakımından yararlı olabilirdi. Bu nedenler yanında siyaset değişikliğine yol açan başka nedenler de olabilir. Kutuplaştırıcı bir siyasetin halkta olumsuz tepkilere yol açması gibi.
Bütün bunlar doğru olsa bile, buluşmaların ortaya çıkardığı bir gerçek var. Türkiye'de siyasetin yapıldığı dost-düşman ekseni ortadan kalkmakta. Muhalefetin düşman olarak görüldüğü ve ortadan kaldırılması gerektiği gibi bir anlayış terk edilmekte. Onun yerine muhalefet, farklı görüşlere sahip, demokratik bir çerçevede mücadele edilecek bir karşıt, bir rakip olarak görülmeye başlanıyor. Bu yumuşama ya da normalleşme sürecinin tabana da yayılması beklenmeli. Yeni bir "biz" ve "onlar" inşa edilmekte.
Kesin bir hüküm vermek için erken olmakla birlikte, Türkiye'de siyasetin, "antagonizma"dan "agonizma"ya geçmekte olduğunu söyleyebiliriz. Bu yeni bir siyaset anlayışı. Türkiye'nin demokratikleşmesi bakımından önemli bir adım. Bu anlayış bir kere yerleştikten sonra geri dönülmesi de güç. Yeniden antagonizmaya döneni halk cezalandırır.
Agonistik bir siyaset çoğulculuğa dayanır. Farklı görüşlerin bir arada, yan yana mevcut olabilmesini, farklılıkların ortadan kaldırılmadan, birlikte yaşayabilmesini öngörür. Aynı zamanda eşitlik ilkesi agonistik siyasete yön verir. Farklı görüşlerin hiçbiri öbüründen daha değerli, daha üstün değildir. Hepsi eşit düzeydedir. Bütün farklı talepler eşit biçimde ileri sürülebilmelidir.
Önemli olan farklı görüşler arasında bir uzlaşı sağlanması, homojen bir toplum yaratılması değildir. Görüşler arasındaki potansiyel farklılıklar her zaman mevcut olacaktır. Demokrasi de bunu gerektirir. Önemli olan farklı görüşlerin bir arada yaşamasının koşullarının yaratılmasıdır. Bununla birlikte demokratik bir toplumdan, demokratik bir yönetimden söz edebilmek için demokrasinin asgari koşulları üzerinde bir mutabakatın bulunmasına gereksinim vardır.
Agonistik bir siyaset anlayışının egemen olduğu bir ortamda kimliklere dayanan siyasete yer yoktur. Kimlik farklılıklarının doğurduğu kutuplaşma artık ortadan kalkar. Farklı kimlikler farklılıklarıyla birlikte eşit olarak kamusal alanda mevcut olurlar.
Chantal Mouffe "siyaset" ile "siyasal" arasında bir ayrım yapar. "Siyasal" insan ilişkilerinde, toplumsal, siyasal ilişkilerin doğasında mevcut olan "antagonizma"yı içerir. "Siyaset" ise insanın yaşamına belirli bir düzen veren ve insanların birlikte yaşamlarını düzenleyen uygulamalar, kurumlar, söylemlerdir. "Siyaset" siyasal ilişkilerdeki potansiyel düşmanlığı, antagonizmayı terbiye eder, etkisiz hale getirir.
"Antagoznizma"nın değil, "agonizmanın", "siyasal"ın değil, "siyasetin" egemen olduğu bir düzende, hiçbir iktidar muhalefeti yok sayamaz. Hiçbir iktidar, kendisini bütün bir toplumun temsilcisi olarak göremez. Kendi varlığının "öteki" olarak gördüğü muhalefetin varlığına bağlı olduğunu kabul eder. Muhalefeti ortadan kaldırılması gereken bir hasım değil, birlik içindeki farklılığın temsilcisi olarak görür.
İki parti liderinin buluşmaları ve onunla başlayan diyalog, agonistik siyasetin kapılarını açabilir. Böyle bir gelişme siyasette yeni bir zihniyete yol açar. Aynı zamanda AKP'nin otoriter yönetiminde de önemli bir demokrasi gediği oluşturur.
Ne var ki Türkiye'de bir rejim sorunu bulunmakta.
Türkiye adı demokrasi olmayan, otoriter bir Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle yönetilmekte. Böyle bir rejimin bulunduğu bir ülkede iktidarla bir diyalog arayışına girmek, agonistik ilişkiler sürdürmek muhalefet bakımından riskler taşıyor. Agonistik ilişkiler uzun vadede demokratikleşme bakımından olumlu sonuçlar doğuracak olsa bile, Türkiye'nin içinde bulunduğu ağır koşullar karşısında kısa vadede bir değişimin görünür olmasına gereksinim var. Bu gerçekleşmediği takdirde agonistik ilişki, otoriter bir iktidara meşruiyet kazandırmak, onun yanlışlarına ortak olunmasına yol açmak gibi bir risk taşıyor.
İktidar partisinin ise demokrasiyle arası pek iyi olmayan bir ortağı var. Demokrasi yolunda atacağı her adım ortağı tarafından engellenebilir.
31 Mart seçimleri halkın bir değişim beklentisi içinde olduğunu ortaya koydu. Siyasal partiler bu beklentiyi karşılamak zorunda. Buna ayak uyduramayan siyasal partiler siyaset sahnesinden çekilmek zorunda kalabilir.
O nedenle CHP'nin liderinin Türkiye'de yeni bir siyaset anlayışına yol açacak adımlar atması doğru bir davranıştır. Yeter ki CHP bu sürecin barındırdığı tuzaklara düşmesin.
Rıza Türmen kimdir?
Türkiye'nin önde gelen insan hakları hukukçularından ve diplomatlarından olan Rıza Türmen İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.
Kanada Montreal McGill Üniversitesi'nden hukuk yüksek lisansı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Siyasal Bilimler doktorası aldı.
Avukatlık stajını yaptıktan sonra, 1966 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Dışişleri Bakanlığı'nda çeşitli görevlerde bulundu.
1985'de Singapur'a ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı.
1993 Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda ve AGİT, İnsani Boyut Toplantıları'nda Türk Heyeti Başkanlığı'nı yaptı.
1994'te İsviçre'ye Büyükelçi olarak atandı. 1996'da Türkiye'nin Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi oldu.
1998 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığına seçildi. 2008 yılına kadar bu görevi sürdürdü.
2008'de Türkiye'ye döndükten sonra 10 yıl Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazdı.
2011 seçimlerinde CHP İzmir Milletvekili olarak parlamentoya girdi. TBMM Adalet Komisyonu ile Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda görev yaptı.
2009 yılında Türkiye Barolar Birliği Yılın Hukukçusu Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Üstün Hizmet Ödülü, 2010 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin Cumhuriyet Ödülü Rıza Türmen'e verildi.
İnsan Hakları ve hukuk konularında yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış çok sayıda makale ile kitap bölümleri kaleme aldı. "Güçsüzlerin Gücü-Türkiye'de İnsan Hakları", "Türkiye'de Demokrasi Arayışı" ve "Bir AİHM Yargıcının Not Defteri" adlı üç kitabı yayımlandı.
Halen demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarını sürdüren Rıza Türmen, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi'nin eş sözcülüğünü yapıyor.
Sanata yakın ilgi duyan ve yaklaşık 40 yıldır çello (viyolonsel) çalan Rıza Türmen, T24'te 2013 yılından beri, ağırlıklı olarak temel haklar, insan hakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, genel hukuk ve politika konularında yazılar yazıyor.
|